13 Ekim 2013 Pazar

NİAGARA ŞELALESİ

Boston'da bir gece evde otururken ertesi gün Niagara Şelalerine gitmeye karar verdik. Bir daha böyle bir fırsatımız olamayacağı için heyecanlandım açıkçası. Yolumuz oldukça uzun olacağı için ve oraya vardığımızda bir de otel aramakla vakit kaybetmeyelim diye uyumadan önce her zaman yaptığım gibi www.booking.com dan otel aramaya başladım. Tabi bir gün öncesinde bu araştırmayı yaptığım için otellerin çoğu doluydu. Yalnız Niagara Şelalelerine gidecek olanlara tavsiyem oteli dikkatli seçmeleri gerektiği hususudur çünkü iyi otellerin ve tanınmış marka otellerin hepsi Kanada tarafında. Niagara Şelalerini gezdiğinizde şelalelerin Kanada kısmının çok daha gelişmiş olduğunu göreceksiniz. Kanada tarafı şelalerin hemen yanında eğlenceli bir yer olarak ve otellerin yer aldığı bir yer olarak düzenlenmişken, Amerika tarafı ise sessiz yeşilin hakim olduğu bir tabiat parkı olarak düzenlenmiş vaziyette. Şayet Kanada vizeniz varsa Rainbow Bridge'den hemen Kanada'ya da geçmeniz mümkün. Dolayıyla Niagara Şelalerinde otel ayarlarken ( şayet Kanada vizeniz yoksa ) otelin Amerika tarafında yani Niagara Falls-New York tarafında olmasına özen gösterin yoksa ödediğiniz para yanar benden söylemesi.  

 

Gitmeden önceki geceyarısı otel aradığımız ve otellerin dolu olması sebebiyle  "Budget Host Inn Niagara Falls" otelini ayarlamak durumunda kaldım. Gitmeden önce otelden açıkçası biraz korkmuştum. Bu otel hayatımda kaldığım en ilginç otellerden biridiydi. Hani Amerikan korku filmlerinde otoban kenarında bitişik odalardan oluşan oteli katiller basıp kurbanlarını avlarlar ya kafamda öyle bir otel canlanmıştı. Tam highway motel tarzında bi otel yani. Ama gidince o kadar da korkunç bir otel olmadığını anladım.

Boston'dan öğleden sonra çıktığımız için turist olduğumuzdan dolayı herhangi bir sorun yaşamamak için hız kurallarına riayet ederek baya geç bir saatte otele varabildik. Ertesi gün kahvaltımızı yapar yapmaz ve Niagara Şelalerinde meşhur olan tekne turunda çok sıra olduğunu duyduğumuz için erkenden milli parka arabayla gidip arabanızı park ettik. Milli parkın içinden yürüyüp doğruca "Maid of the Mist" tekne turuna katıldık. Tekneye binmeden önce herkese bir yağmurluk dağıtılıyor onu da hatıra olarak saklayabilirsiniz. 







Bu tekne turu olağanüstü bir deneyim hem Kanada hem de Amerika tarafından bu teknelere binmeniz mümkün. Bu tekneyle şelalenin altına kadar gidebiliyorsunuz o sırada tabiki ıslanıyorsunuz. Teknede şelalenin akıntısını çok iyi hissedebiliyordunuz. Şelalelerin orda pek çok gökkuşağıyla da karşılaşmanız cabası. Niagara Şelalesinin özelliği dünyada tek ters akan şelale olmasıymış. Şelalenin suyu taşlara çarparak geri gelmektedir.



Niagara Şelalerine gelmişken mutlaka değişik bir deneyim olan "Maid of the Mist"e bininiz. Onun dışında şelalenin altındaki mağaralara gerçekleştirilen yürüyüş turlarına da katılmanız mümkün. 

Şelalenin üst noktasına çıkan merdivene tırmandığınızda arkanızda çok güzel bir gökkuşağı manzarası sizi bekliyor olacak. 














Milli park çok büyük olduğu için o da düşünülmüş ve ordaki tren turuna katılarak parkı gezmeniz mümkün.






 Biz milli parkın iç kısmında açıkçası çok güzel bir lokanta bulamadığımız için otoparka yakın olan kısımda yer alsn Hard Rock Cafe'yi seçtik. Ne zaman Hard Rock Cafe'yi tercih etsek yemeklerinden hep memnun kalmışızdır size de tavsiye ederim. 





Niagara Şelalerine giderken şelaleye yakın bir kısımda dışarıdan bukalemun görünümlü oldukça yüksek bir otel dikkatimi çekmişti. Niagara Şelalerini gezdikten ve karnımızı güzelce doyurduktan sonra gezmek için o otele gitmeye karar verdik. Otelin ismi "Seneca Hotel" di. Yalnız otelin yanına gidince buranın sadece bir otel olmadığını alt kısmının bir casino - kumarhane olduğunu farkettik. Casino kısmına pasaportla girebiliyorsunuz. Şayet giderseniz bu husus aklınızda olsun. Burası galiba hayatımda gördüğüm en büyük casinoydu. İçerisi oldukça kalabalıktı. İçeride fotoğraf çekimi yasak olduğu için maalesef çekemedim. Ama Niagara Şelalelerine gelmişken  buraya da gezme amaçlı veya şansınızı denemek için gelebilirsiniz. 





Seneca Otelin tam karşısında da karnı acıkanlar için TGIF zinciri farklı bir alternatif olabilir.





25 Temmuz 2013 Perşembe

VİYANA

Avusturya'dan çok daha küçük ülkelerin bile kendi resmi dili varken, Avusturya'da neden resmi dil olarak Almanca konuşulduğunu nedense merak etmişimdir:) Budapeşte'ye kadar gelmişken Viyana'yı görmeden dönmek olmazdı.

Bratislava'dan trene atlayıp 55 dakikada kendimi Wien Südbahnhof'ta buldum. Viyana'da sadece iki gün geçireceğimden dolayı önceden kafamda gezilmesi gereken yerlerin listesini çıkarmıştım. Otelide şehre 10-15 dakika yürüme mesafesinde bulunan ve Wien Südbahnhof'un hemen karşısında bulunan  Prinz Eugen Hotel'den ayarlamıştım. Otel biraz eski olsa da gayet güvenilir bir yerde ve otelin içi de fena sayılmaz. Yurtdışında çoğu otelin kahvaltı için extra ücret aldığı veya kahvaltı büfelerinin oldukça zayıf olduğu düşünüldüğünde Prinz Eugen Hotel'in kahvaltısının oldukça zengin olduğunu belirtebilirim.

 Otelden çıkıp sola doğru yaklaşık 200 metre yürüdüğünüzde Belvedere Sarayı'nın bahçelerine (Belvedere Garden) ve ordan da Belvedere Sarayına ulaşacaksınız. Belvedere Bahçeleri çok güzel bir peyzaja sahip olup, insanın içini orda gezerken huzur kaplıyor.

Sarayın bahçesinden dümdüz bitene kadar yürüdüğünüzde ordan şehir merkezine doğru giden yola da ulaşmış olacaksınız. Benim şansıma şehir merkezine ulaştığımda o gün "Gay Pride" olmasıydı. Böylece hayatımda ilk kez değişik bir aktiviteye denk gelmiş oldum.

 

 

Opera denince akla Viyana Opera'sı geldiği için bende kendimi öncelikle Viyana Operasında buldum. Tabi daha önce bilet almadığım için o gün gösterimde olan bale gösterisine sınırlı sayıda satışa çıkan biletlerden alabilmek için yaklaşık olarak 1-1,5 saat bekledim. Neyse ki bu beklemem sonuç verdi ve bale gösterisine "Giselle" tek kişilik bilet buldum. Benim gibi pek çok turistte bilet bulabilmek için sırada bekliyordu. Ancak yerel halkı görünce imrenmemek mümkün değildi hepsi en şık tuvaletlerini giyip gösteriye gelmişlerdir. Opera binası gerçekten de muhteşemdi. Bale gösterisini bitirmeden çıktıktan sonra Opera Binası'nın alışveriş caddesine bakan kısmının dışında devasa bir sinevizyon ve önünde sandalyeler olduğunu farkettim. Böylece bilet bulamayan insanlar da dışarıdan o günkü gösterimi izleme şansına sahip oluyorlardı. Tabi Opera havasını dışarıdan tam alamasanızda fena fikir değil. 

 

Operadan sonra akşam hava karardığı için bende Mariahilfer Strasse'de yürüyüş yaptım ve akşam yemeği Viyana'nın meşhur lokantası olan  Figlmüller'e  (http://www.figlmueller.at/)    gittim. Tabi önceden rezervasyon yaptırmadığım için lokantaya giremedim bir sürü insan havanın serin olmasına ve yağmur olmasına rağmen dışarıda bile lokantada sıra bulabilmek için bekliyordu. Figlmüller'in 2 tane şubesi bulunuyor. Bende şansımı denemek için arka sokağında yer alan Figlmüller'a da uğrayayım dedim ama orası da doluydu. Dolayısıyla size tavsiyem Viyana'ya gitmeden önce Figlmüller'da rezervasyon yaptırmanız. Bende artık acıktığım için tekrar Mariahilfer Caddesine gittim ve Figlmüller'la kesiştiği yerde güzel bir pizzacı buldum. Pizzacının sahiplerinin Türk olduğunu da anladıktan sonra onlarla koyu bir sohbete daldık. 

Yemek faslını da tamamladıktan sonra Stephansplatz U-Bahn durağından metroyla otele doğru yol aldım. Stephansplatz metro durağına inince karşınızda bir sinevizyonda kendinizi görüyorsunuz. Yürüdükçe de sinevizyondan  kafanızdan baloncuklar çıkıyor ve herkesin yanında bir kaç cümle beliriyor.

Ertesi sabah erkenden Prater'e gittim. Prater, Viyana'nın dinlenme ve eğlence parkı. Burada birbirinden değişik pek çok rollercoaster ve farklı eğlence aletlerini denemeniz mümkün. Eğer daha önce başka bir ülkede "Madame Tussauds" Müzesi'ne gitmediyseniz yine burada yer alan Madame Tussauds müzesi de farklı bir alternatif olabilir. Viyana'yı tepeden izlemek istiyorsanız da "London Eye"ın çok daha ilkel bir versiyonu olan "Praterstern"'e binmeniz mümkün. 

Prater'de vakit geçirdikten sonra Birleşmiş Milletler Viyana Daimi Temsilciği'ne gittim. Ancak günlerden pazar olduğu için kapıdaki görevli kampüse almasının imkansız olduğunu belirtti. Bende avukat olduğumu, Türkiye'den geldiğimi aynı akşam uçağımın olduğunu sırf bu binayı görmek için geldiğimi hiç değilse  kampüsün bahçesine girmek istediğimi belirttim. Kapıdaki görevli de komşu ülkeden olduğunu hatta atalarının Adana'dan geldiğini belirtti. Bu vesileyle de beni kampüsün bahçesine aldı ve benimle bayrakların olduğu kısma gelerek fotoğraf çekmeme izin verdi.

Birleşmiş Milletler'de vakit geçirdikten sonra Tuna nehrinin yer aldığı "Donaupark"a gittim. Donaupark etrafının ağaçlarla çevrili olduğu, bisiklet yollarının ve yürüyüş yollarının yer aldığı bir park. Havanın da güzel olması karşısında gölde ve nehirde çok sayıda yelkenli vardı. 

 

Donaupark'ta gezdikten sonra Viyana'da olan değişik evlerin yer aldığı "Hundertwasserhauser"e gittim. Hundertwasser Evi, Avusturya'nı başkenti Viyana'da bulunan ve tasarımı Avusturyalı sanatçı Friedensreich Hundertwasser tarafından yapılmış olan bir apartmandır. Landstrasse’deki Hundertwasserhaus Kegelgasse 34-38 numarada yer almaktadır. Bu binanın hiçbir yerinde düz öğe kullanılmamış olup, dış yüzeyi de rengarenktir.  

 

 

Avusturya Parlamentosu ve Rathaus ( Belediye Binası) yanyana konumlanmış vaziyette.

 

Viyana Belediye Binası gerçekten de çok ihtişamlı. Avusturya Parlamentosu'nun karşısında yer alan yeşilliklerden geçerek tekrar şehir merkezine ulaşmanız mümkün. Burada pek çok fayton göreceksiniz, Viyana'yı faytonla gezmek istiyorsanız bu da değişik bir alternatif olacaktır.

Stephansdom 'da aynı Köln'de yer alan Katedral gibi ihtişamlı. 

Stephansdom'un arka sokaklarından yürüdüğünüzde dar bir sokakta Mozart'ın doğduğu ev "Domgasse 5"te yer alıyor. Burası şu anda müze. 

 

Mozart Avusturyalı olduğu için Mariahilfer Caddesinde pek çok Mozart kıyafetine bürünmüş kişileri de bulmanız mümkün. Mariahilfer Caddesinde pek çok mağazada Mozartkugel çikolataları da satılıyor. Hediyelik eşya almak için satılan Mozartkugel çikolataları iyi bir alternatif. 

 

Bir gün öncesinden Figlmüller'de yer bulamadığım için ertesi gün öğle yemeği için tekrar şansımı Figlmüller'de denedim ve bu sefer şansıma bir masa buldum.  Klasik anlamda schnitzel domuz eti olduğu için kötü bir süprizle karşılaşmamak için tavuk schnitzel istediğinizi özellikle belirtin. Schnitzelinizin yanında da patates salatanızı yemenizi ve Apfelschorlenizi yudumlamanızı tavsiye ederim. Hayatımda yediğim en güzel schnitzel ve patates salatası Figlmüller'de idi. Ama bu konuda Berlin'de yer alan Lutter&Wegner'in de hakkını yememek lazım:) 

 

 

Viyana pastaneleri ve cafeleri ile meşhur olduğu için size Mariahilfer Strasse'nin başında yer alan Hotel Sacher'in altında yer alan Cafe Sacher'i tavsiye ederim. Burası dünyada Sachertorte'nin yapıldığı ilk yermiş. Sachertortenin tadı gerçekten de mükemmel, midenizde boş yer varsa Viyana usulü elmalı strudel (Apfelstrudel) yemenizi de tavsiye ederim. Hatta bu satırları yazarken canım tekrar bu tatlıları çekti :) Cafe Sacher'dan Ankara'ya yanımda getirmek üzere Sachertorte paketletip getirdim. Pastayı özel tahta kutulara koyuyorlar ( her boydan ) böylece pasta tazeliğini koruyor. Aynı zamanda oradan kargo yoluyla da istediğiniz arkadaşlarınıza Sacher torte göndermeniz mümkün.

Viyana için 2-3 gün  ayırmanız yeter her yeri gezebiliyorsunuz. Burası sanatla cafelerin içiçe geçtiği her yerinden bir heykel fışkıran çok güzel derli toplu bir şehir. Umarım ileride leziz schnitzel ve tatlıları tekrar denemek için Viyana'ya gitme fırsatım olur.





21 Haziran 2013 Cuma

BOSTON

Uzun zamandır aklımızda Amerika'ya gitmek vardı. Her ne kadar çok küçükken Amerika'da yaşamış olsam da, hatıralar hep fluydu. Çoğu planımı da Amerika sonrası diye erteliyordum. Abimin Boston şehrinde bulunan Northeastern University'den kabul almasıyla birlikte beni de Amerika heyecanı iyice sardı. Henüz vizeye bile başvurmamışken, gerek Boston'da gerekse de çevresinde gezilmesi gereken yerlerin  listesini çok önceden çıkarmıştım. Boston'a Ağustos 2011'de gittik. İyi ki de Ağustos ayında gitmişiz. Irene kasırgasının etkisini  Boston'da yaklaşık olarak 2 gün göstermesinin dışında havalar mükemmeldi.

Boston'a Türkiye'den direk uçuş olmadığı için, İstanbul- Frankfurt arasını THY ile, Frankfurt-Boston arasını Lufthansa ile gittik. Frankfurt'tan Lufthansa'ya biner binmez ise gerçekten heyecanlanmaya başladık. Boston Logan Havalimanı okyanusun üstünde konumlanmış vaziyette.



Boston ise tahminimden çok daha güzel, tam bir kozmopolitan, dünyanın en ünlü üniversitelerinin bulunduğu, yemyeşil, insana değer verilen, okyanus kenarında yer alan  çok güzel bir öğrenci şehri. Amerika'ya giden herkesin bir fırsat bulup, Boston'a yolunu düşürmesi gerek. Çoğu ünlünün Boston'da bulunan MIT, Harvard, Northeastern University gibi üniversilerden mezun olduğunu düşündüğümüzde Boston'un neden gezilmesi gerektiği hususunuda belki bir nebze açıklayabilirim.

Öncelikle belirtmem gereken Boston'un kozmopolit bir öğrenci şehri olması sebebiyle tüm dünya mutfaklarını bulmanızın mümkün olduğudur. Ama Boston'un "Clam Chowder" yani ekmek içerisinde servis edilen deniztarağı çorbasını denemeden dönmeyiniz.

Boston'da gezilmesi gereken o kadar çok yer var ki ben kaldığım 20 gün boyunca doyamadım desem yeridir. Biz Boston'da gayet merkezi bir yer olan Commonwealth Avenue'da kalıyorduk. Öğrenci olarak gitmek isteyen Türklere de evlerini Commonwealth Avenue veya ona yakın yerlerden tutmasını tavsiye edebilirim. Commonwealth Avenue hem merkezi, hem ulaşımı çok iyi, hem de çoğu yere yürüme mesafesinde. Boston'da tahmiminden çok daha fazla Türk'e rastladım. Metro'da, mağazada, sokakta her an yanınızda Türkçe konuşan birilerine rastlamanız mümkün.

Boston'da o kadar çok yer gezdik ki, buraya yazacaklarım aklıma gelen sadece bir kaç aktivite olacaktır. 

Boston'da yemek yemek için ben en çok Quincy Market'i beğendim. 

İçerisinde pekçok cafe ve lokanta mevcut. Yalnız Boston'a lokantalara gitmeden önce rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim. Yoksa yer bulabilmek için 1 saat civarında beklemek durumunda kalabilirsiniz. Boston'da bana ilginç gelen şey lokantanın dolu olması durumunda bize walky talky vermeleri ve bizim bu durumda dışarı da gezebilmemiz sıra bize geldiğinde walky talkyden bize seslenmeleriydi. Onun dışında bar, içkili lokantalara giderken yanınızda mutlaka pasaportunuzu bulundurun çünkü girişte kontrol ediliyorsunuz.

Quincy Market'ta fastfooddan normal lokantalara kadar pek çok alternatif bulmanız mümkün. Ben Quincy Market'ta "Salty Dog Seafood" u öneririm. Kalamarları, karidesleri gerçekten de muhteşemdi. Yalnız Amerika'da bahşiş oranının yüksek olduğunu belirtmem de fayda var. Sizden hesabın %20'si oranında bahşiş istiyorlar hatta buna dair hiç çekinmeden Boston'da bahşişin %20 olduğu yönünde masanıza kağıtlar da koyuyorlar. Bahşişte bu oranı gözönüne almanızı tavsiye ederim. Yoksa garsonların haşin saldırısına uğrayabilirsiniz:)

Yine meşhur diziden de aklımıza geleceği üzere "Cheers Pub" ta Quincy Market'te yer almakta. Eğer sanata meraklıysanız Quincy Market'in önünde yer alan canlı performansları da izlemeniz mümkün.

Bu ikisinin dışında da Quincy Market'ta zevkinize göre bir yere konumlanmanız mümkün.


Okyanus kenarında da pek çok cafe ve lokanta bulmanız mümkün. Artık hangisi hoşunuza giderse oraya konumlanın derim. Bunun dışında Boston'da farklı alternatif arıyorsanız Chinatown veya Little Italy bölgelerinde de yemek yiyebilirsiniz.

Biz Boston'a geldiğimiz ilk günü Prudential Tower'ın en üst katında bulunan "Top of the Hub" ta geçirdik. Burada birbirinden leziz yemekleri yerken Boston'u da kuşbakışı tepeden izleyebilirsiniz.

Prudential Tower bir alışveriş merkezi içerisinde pek çok mağazayı bulmanız mümkün. Ama bizim Boston'da en sevdiğimiz lokanta kesinlikle Prudential Tower'ın içerisinde yer alan meşhur zincir "The Cheesecake Factory" oldu. Hamburgerleri oldukça leziz olduğu gibi, 1001 çeşit olan cheesecakelerine ise diyecek söz bulamıyorum. Cheesecakeler kesinlikle hayatımızda yediğimiz en güzel cheesecakelerdi.Yani USA'ya yolu düşen herkes mutlaka Cheesecake Factory'e uğramalı. 




Havalar dışarda gezerken o kadar sıcak olmasına rağmen gezerken mutlaka yanınıza bir hırka almanızı tavsiye ederim. Çünkü gerek metro, otobüsler gerekse de mağazalar bildiğiniz buzdolabı. Ben bunu bilmediğim için gittiğim ilk gün hemen üşüttüm. Ama ondan sonra akıllandığım için hava 40 derece bile olsa yanımda mutlaka bir hırka ile gezdim. 

Boston'a gelip ne yapmalı diye sorarsanız da senenin belli aylarında olan "Whale Watch"a gitmenizi tavsiye ederim. Kombine bilet satın aldığınız takdirde önce Boston'un meşhur New England Aquarium'u gezebilir ve ardından da Whale Watch turuna katılabilirsiniz. Bu tur yaklaşık olarak 3-4 saat sürüyor. Bizim şansımıza pek çok balinayı yakından görme imkanımız oldu. 

Alışveriş için ise kesinlikle gidilmesi gereken adres Newbury Street. Burada dünyaca ünlü tüm markaları birarada bulabileceğiniz gibi şık cafe ve lokantalarda da soluklanabilirsiniz. Newbury Street bana Amerika'dan daha ziyade İngiltere'yi anımsattı. Burdaki binaların çoğu kırmızı kiremitten yapılı Viktorya tarzına hakimdir. Şayet Amerika'ya kadar gidip alışveriş yapmadan dönmeyeyim diyorsanız arabayla şehirden yaklaşık olarak 45 dakika uzaklıkta olan "Wrentham Village" ı öneririm. Burası bir outlet kasabası. Burası en azından bir tam günün ayrılması gereken bir yer. Bu kasabada her villada bir markanın outlet mağazası var ve fiyatları Türkiye'yle kıyaslandığında gerçekten de çok ucuz.


Onun dışında Macy's gibi mağazaları da şehrin pek çok yerinde bulabilirsiniz. Onun dışında Downtown'ta da pekçok alternatif bulabilirsiniz.



Yürüyüş yapmak için ise pek çok alternatifiniz bulunmakta. Dilerseniz okyanus kenarında, dilerseniz Charles River kenarında dilerseniz de Boston Public Garden'da yürüyüş yapabilirsiniz. Boston'a gitmişken meşhur "Duck Tour"a da katılmadan dönmeyin derim. Amfibi araçlarda hem karada hem de suda gezmeniz mümkün. Charles River'da kano, yelkencilik gibi aktivitelerde de bulunabilirsiniz.

Yine Boston'a gelmişken Fenway Stadyum'da Boston Red Sox'un beyzbol maçını da kaçırmayın. Yine meşhur basketbol takımlarından birisi olan Boston Celtics'in TD Garden'da maçını izlemeden dönmeyin derim. 


Boston'a gitmişken meşhur üniversitelerin ve pekçok ünlünün mezun olduğu Harvard , MIT gibi üniversite kampüs alanlarına da uğramadan dönmek olmaz. Bu üniversiteler Boston'un Cambridge diye adlandırılan kısmında konumlanmış vaziyette.

Üniversitelerin sevdiğim kısımları kampüslere ve okula rahatça girip gezme imkanınızın bulunması. Ben Harvard'ı MIT'e ziyade daha çok sevdim. Etrafında öğrencilerin konumlandığı pek çok cafe bulunmakla birlikte yine oradaki mağazalardan Harvard'la ilgili bir tişört, şapka veya sweatshirt almanızı tavsiye ederim. Harvard Üniversitesi kampüsünde eğer kalabalık bir grup görürseniz kesinlikle ordakiler John  Harvard heykelinin sol ayağına dokunup fotoğraf çektirmeye çalışıyorlardır. Sol ayağının şans getirdiğine inanılıyormuş. Kim bilir oraya gidip belki de John Harvard'ın sol ayağına dokunan, dünyanın en iyi üniversitesine gitme imkanına erişir. 



Boston kesinlikle çok düzenli derli toplu bir şehir. Ulaşım konusunda da bir sıkıntı yok istediğiniz her yere metroyla gitmeniz mümkün. Günlük bilet aldığınızda bilet fiyatları da gayet uygun.  

Bizim kaldığımız Commonwealth Avenue'ya çok yakın bir yerde de John F. Kennedy'nin doğduğu ev vardı. Orası şu anda bir müze orası da değişik bir alternatif olabilir. Boston'da meşhur olan diğer bir müze ise Güzel Sanatlar Müzesi. Burası New England bölgesinin en büyük sanat müzesi olmakla birlikte, dünyanın da en kapsamı sanat müzesi olarak kabul edilmekte. 

Boston aynı zamanda "Walking City" olarak bilinmektedir. Şehir merkezinde kaldırımlardaki kırmızı çizgileri takip ettiğinizde Boston'da 16 tarihi bölgeyi kapsayan 4 kilometrelik yürüyüş yaparak Boston Common Park'tan başlayıp, şehir merkezi, North End, Charlestown'un ardından USS Constitutions Gemisi'a varabilirsiniz. Bu tur güzergahı tarih görmek isteyenler için kısa ve özlü bir tur niteliğinde sayılmaktadır.


Boston'a gideceklere şimdiden iyi eğlenceler diliyorum eminim ki çok güzel vakit geçirecekler:)